12 Eylül 2015 Cumartesi


      FİL

“Nasıl bilemezsin? Nasıl? Beni hiç dinlemiyosun? Bir kulağın hep bende olucak!”


  İlk kez hilemizi açık etmeye bu kadar yaklaşmıştı ki kendi de fark edip sustu.
“Tamam Ada! Bilemedim işte!Hem ilk defa değil ki bu. Ayrıca oyun bu zaten. Hep bilirsek ne anlamı var? Sen bütün cevapları bildin mi sanki bugüne kadar?” diye çıkıştım. İleri mi gidiyorum diye geçti içimden. Garip bir şey vardı Ada'da o gün. Ne olduğunu çözememiştim ama eğlenmiyordu orası kesin. Oysa avazımız çıktığı kadar bağırırken ne çok eğlenirdik. Özellikle bu kısmını çok severdi ama aksine çok sinirlenmişti o gün. Daha fazla konuşmamaya karar verdim. Hem köprüye de gelmiştik. Susmak en iyisiydi. Dayanamaz anlatırdı zaten diye düşünüyordum ama Ada bir türlü anlatmaya başlamıyordu.

“Adaaa! Hadii! Daha çaya gidicez. Unuttun galiba. Selle gelen balıklardan çok az kaldı. Acele etmemiz lazım. Çocuklardan önce bulup saklamamız lazım. Yavrular da var artık. Hadiiii!” diye diye hızlı hızlı yürümeye başladım. Kedilerden bahsedersem kendine gelir diye düşündüm. Beni takip etmediğini fark ettiğimde durup geriye baktım. Beni duymuyor gibiydi. Gibisi fazla aslında bayağı duymuyordu, üstüne üstlük dudaklarını uzatmış, köprünün demirinde ellerini birleştirmişti, ellerinin üstüne de çenesini... Öylece bakıyordu boşluğa ama bana göre boşluğa. Onun bir şey gördüğüne yemin edebilirim. Bir şey izler gibi gözünü kırpmadan boşluğa bakıyordu. Ada üzgün olduğunda dudaklarını uzatırdı ama gerçekten uzatırdı. Benim kalbim acırdı o öyle yapınca. Kızgın ya da sinirli değildi Ada: Üzgündü. Hem de bana bile anlatmayacak kadar üzgün. Kalbim acıdı yine.
Böyle yaptığında “Bir Laz kızı boşa dudaklarını uzatmaz Küçük Hanım!” derdi bilmiş bilmiş. Oysa küçük olan oydu. Benden tam tamına bir yıl iki ay küçüktü Ada ama bazen öyle büyürdü ki görseniz şaşardınız. Köprünün demirlerine göbeğini dayadı, kollarını ve bacaklarını açabildiği kadar açtı, “Ezik İda!” dedi ve indi. O büyük harekete yakışmayacak sessizlikte dedi. Evet, sadece dedi. Neredeyse fısıldadı diyebilirim. Eminim kendi bile duymadı. Oysa kuralları biliyordu. Kurallar denince akan sular dururdu Ada için. Bağırmaması garipti gerçekten. Sonra bıraktı kendini demirden.

“Ada ne var Allah aşkına? Ne oldu şimdi? Cevabı bilemeyen senmişsin gibi davranıyosun ama o zaman da böyle yapmazsın sen. Ne oluyor? Tamam, bak bir tane daha sor! Söz bilicem söz veriyorum sana. Hadi sor!” Biraz önce köprünün demirinden yere yığılan o değilmiş gibi olanca kuvvetini toplamış sanki benden kaçmak ister gibi soluk soluğa koşar adım yürüyor ve bir taraftan da “Annem tatil başlamadan bir hafta önce gideceğimizi söyledi çay toplamaya. Ben istemediğimi söyledim. Ne yapacaksın? Nerede kalacaksın? Sonra nasıl geleceksin? Bir sürü şey. Bunların cevabını verebilir misin, İda? Verebilir misin hı? Her şeyin cevabını bilmiyoruz. Bazı şeylerin, hatta belki birçok şeyin cevabı yazmıyo o kitaplarda. Boş yere söz verip durma!” diye söylene söylene yürüyordu. Ben de peşinden… Ama yetişmek mümkün değildi, nefes nefese kalmıştım. Durdum. Dahası Ada beni orada öylece bıraktı. İlk defa! Bir süre sonra dönüp nefes nefese: “Hadi ne duruyorsun? Balıklar bitecek! Kediler aç kalacak! Kedilerin aç kalmasın aman!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı ve olanca gücüyle koşmaya başladı.

  Ada o gün boyu yüzüme bakmadı. Gözümün içine zaten hiç bakmadı. Ben de üstüne gitmedim daha fazla. Akşam çocuk bahçesindeki elma ağacına çıkıp tepede ramazan topunu patlamalarını bekledik. Top patlayınca da evlere dağıldık.

  Sabah parkta dünkü Ada'dan eser yoktu. Bildiğim Ada'ydı yine. İlk günden beri bildiğim Ada. Okula geldiği ilk gün tanışmıştık. Ayrı sınıflardaydık oysa. Teneffüste yanıma gelip “Arkadaşım olur musun?” demişti. Ben de hiç düşünmeden “Evet!” demiştim. “O zaman isimlerimizi bilmeliyiz. Ada ben. Senin adın ne?” diye sormuştu meraklı meraklı. “İda ben” demiştim gözlerinin rengine inanamayarak. “A kardeş gibi di mi? Ada ile İda! İda beni köprüye götürür müsün? Sonra da çaya iner miyiz?” diye arka arkaya sormuştu. İlk konuşmamızdı bu. Bir daha da hiç ayrılmamıştık. Ne çok eğleniyorduk birlikte. Çeşit çeşit oyunlar uyduruyorduk. Her gün yeni bir oyun ama ilk günden beri oynadığımız “Ezik” hiç değişmemişti.Sırayla birbirimize sorular sorar , bilemeyenin adını diğeri avazı çıktığı kadar başına ezik koyarak köprünün üstünde bağırırdı. “Bilmemiz gereken çok şey var Ada. Kütüphanedeki kitapları görmüyor musun? Ne çoklar. Şimdiden başlarsak dünyanın bütün bilgisine sahip olmaya yaşlandığımızda yaklaşabiliriz. Bak yaklaşabiliriz diyorum hepsine sahip olmak imkansız ama kim bilir belki becerebiliriz. O yüzden unutmamalıyız hiç birini. Unutan Ezik olsun mu?” Köprüye gittiğimiz ilk gün anlatmıştı bana bu oyunu gözlerini kocaman yeşil yeşil açarak.“Olsun Ada!” demiştim hiç düşünmeden. Bazen benim sıkıldığım olurdu ama Ada bayılırdı bu oyuna. O sevdikçe ben de severdim. İlk kez o gün sevmemişti Ada oyunu!
Sonraki günler diğerlerinin aynıydı. Okul, çay, köprü, kediler. Yavrular her gün biraz daha büyüyordu. Ada'yla ben de… Benim daha da büyüyeceğim günler yakındı ama haberim yoktu.

  Ada'nın o gözlerini kocaman açıp görmüş geçirmiş bir kadın edasıyla “Her şeyin cevabını bilmiyoruz. Boş yere söz verip durma!” derken ki ifadesini unutmuyorum hiç! Unutturmuyorum kendime hala! Bir de annesi babası onu okuldan almaya geldiklerinde, o soğuk demir kapıdan geri koşup “Bir şey yap İda! Annemle konuş! Beni götürmesinler! Söz veriyorum. Çayın diğer tarafındaki kedilere de gelicem seninle. Hem de her gün! Bir şey yap!” diye burnunu çeke çeke ağlamasını. Ada ne büyüktü. Bense ne donuk, ruhsuz! Sevdiğim şeyler giderken ya da elimden alınırken her zaman yaptığım gibi; donup kalmıştım.

  Ne yapabilirdim ki! On yaşında bir çocuk koskoca bir anneyi durdurabilir miydi? Peki on yaşına bile gelmemiş bir kız çocuğu bu kadar büyüyebilir miydi?

  Sanırım o okul bahçesinde oturdu o fil ilk defa yüreğime ve koskoca kadın oldum, hala kalkmak bilmiyor.

   Ada'nın arabanın arka camından çakmak çakmak gözleri yaş içinde, burnu kıpkırmızı “Lütfen İda bir şey yap!” diye bağırdığı an içimde kopacak fırtınanın habercisiydi aslında ama ben bilmiyordum. Oysa ne çok gülerdik o ağladığında kıpkırmızı olan burnuna. İskender çayda ayağına taş düşürmüştü de bizimki koparmıştı yaygarayı. Ağla Allah ağla. Bir süre sonra artık gözünden yaş gelmediğini, sadece İskender'in ilgisi hoşuna gittiği için numara yaptığını anlamıştım. Anladığımı anlamıştı. Göz göze gelip deliler gibi gülmüştük. Yazık, İskender hiç bir şey anlamamıştı. “Ada'nın burnu kızarmış ona gülüyoruz.” demiştim. Geri dönerken “E tamam iyi yaptın da bu çocuk beni büyüyünce artık asla sevmez. Onun için hep kırmızı burunlu palyaço Ada olucam” demişti. Yine gülmüştük, daha çok kıkırdamıştık yeni yetme genç kızlar gibi. O gün ilk kez genç kız gibi konuşmuştuk ve de son kez.

Ada gitti.
Ben öylece oturdum köprüde.
Özlemiştim. Gideli daha iki saat bile olmamıştı. Burada olsa diye düşündüm. Burada olsa da hep o sorsa, hep ben bilmesem de olur.
Yeter ki burada olsa!
Küçük bir kasabanın gereğinden fazla akıllı, fazlaca deli iki kız çocuğuyduk. Biz kendimize deli demiyorduk tabii. Ada'ların alt kat komşusu diyordu. Bir gün onlara gelmiş ve Ada annesiyle konuşmalarını duymuş:

  “Hatice Hanımcım, küçük yer burası. Tamam çocuk onlar, iyi de kız çocuğu ne olsa! Yaz kış çayın içinde oğlan çocuklarıyla, köprünün üstünde ezik ezik diye bağırmalar deli gibi. Fırıncı da çok şımartıyor bunları. Hiç eve uğramak yok değil mi? Akşama kadar köprü üstlerinde, çayda, kütüphanede ohhhh. Kütüphanede oku oku acıkınca fırına git ekmek arası ye. Geçenlerde bizim bey görmüş hadi artık evlere demeye gidiyormuş yanlarına, seninkiler vınnnn kütüphaneye kaçmışlar. O kütüphaneci kız da çok yüz veriyor bunlara. Sürekli oradalar. Çok okuyor bu ikisi! Daha sen kaç yaşındasın? Ne anlarsın? Ne okursun o kadar? İda ezelden çıkmazdı kütüphaneden. E anne baba yok tabii başında! İnsanlar elalemin dertleriyle ilgilenmekten kendi çocuklarına hiç bakamıyorlar. Ne yapsınlar ekmek parası. Seninki de uydurdu ona. Neyse Hatice Hanımcım, diyeceğim kız çocuğu başka. Okusunlar, akıllı olsunlar ama baş edilmez bunlarla. İki yıla kalmaz yol boyundan tepelerden toplayamayız. İda korkusuzdur! Sizinki de ona keza. Aman ki aman Hatice Hanımcım, komşuyuz burada. Ben vazife bildim sakın yanlış anlama. Nedret Hanıma gidip konuşulmaz okumuş kadın. Ağız açtırır mı kızına. Ben seni yakın bildim. Ada bizim de kızımız. Aman Hatice Hanımcım aman ki amaaan!' diye dizlerine vura vura konuşmuş da konuşmuş bir yandan tülbendinin ucuyla terini sile sile.

  Ada annesinin ne cevap verdiğini duymamış, zaten Mebrure Teyze’yi durdurup bir şey söylemek zordur. O bitirecek, susmaya karar verecek, ancak o zaman ağzını açabilirsin. Seni dinler mi o da ayrı mesele. Ada odasına atmış kendini peşinden de babası... Heybetli boylu poslu, bence çok tonton bir adamdı Dursun Amca ama Ada çekinirdi hep. Öyle kötü davranmazdı Dursun Amca kızlarına ama hep bir irkilirdi Ada ne zaman babası etrafta olsa. O yüzden babam odama geldi dediğinde korkmadım desem yalan olur. Ama yüzü aydınlanmıştı Ada'nın “Babam beni öptü İda! Babam geldi beni alnımdan öptü. Bir de makas aldı yanağımdan. Ah İda! Babam beni öptü!” demişti böyle gözlerini koca koca açıp elleri göğsünde, sanki kalbi yerinden çıkacak da eliyle tutuyor gibiydi.

  “Aferin benim deli kızıma. İda'ya söyle bir akşam gelsin bizde kalın. Birlikte oynayalım ezik mi bezik mi nedir. Ben Rauf Bey'den alırım izin” demiş Dursun Amca. O gün hiç demediyse bin beş yüz kez tekrarladı Ada: “Babam beni öptü İda!” Hatta kedi yavrularını elleriyle besledi.
Kütüphanenin merdivenlerinde oturdum bütün öğleden sonra. Yeni kitaplar gelmişti ama canım bakmak istemiyordu hiç. Ada'yla kapaklarına bakıp konuşamadıktan, okuyup kendi kapaklarımızı çizmedikten, farklı sonlar uyduramadıktan sonra bir anlamı yoktu zaten. Orada öylece oturup durmak istedim. Öyle de yaptım. Şimdi düşünüyorum da, ne uzun bir öğleden sonraydı, oysa Ada'yla yetiştiremezdik yapacaklarımızı, gün bitiverirdi. Kedilere bugüncükte anneleri yemek buluversindi. Adım atmak şöyle dursun nefes bile almaya gücüm yoktu.

  O akşam yatağa yattığımda garip bir şey vardı içimde. Yüreğimde sanki bir fil tepinip duruyordu. Kesik kesik nefesimi kese kese bir sızı boğazımda ağlayasım var dedim anneme. Yanıma geldi hemen.

  “Ada gitti diye üzüldün sen İda'cım. Neden mektup yazmıyorsun Ada'ya? Bence Ada'yı şimdiden özledin sen. Mektup yazarsan özlemin hafifler. Hem o geldiğinde okur o yokken neler yaptığını. Her şeyi aklında tutamazsın değil mi güzel kızım. Sana da ona da iyi gelir bence.”
“Anne özlemek istemiyorum. Her şeyi aklımda tutarım ben hem. Unutmam!Ezik değilim ben!”
“O nasıl laf Ida'cım.Tabii ezik değilsin. Nerden çıktı şimdi bu?”
“Sen anlamazsın anne!”
“E öyle olsun bakalım!”
Bütün günü kendime anlatmaya başladım. Öylece uyuyup kalmışım. Uykumun içinde bir ara sabaha karşı hava belli belirsiz aydınlanmış, annemin ağladığını duydum.

“Nasıl Rauf ? Nasıl söyleyeyim ben? Nasıl söyleriz? Allah’ım sen kızıma güç ver.”
Anlamıştım bir şey olduğunu ama istemiyordum anlamayı. Hala yaptığım gibi, kendi başımı okşayarak uyuttum kendimi. Çocukluğumdan beri yaparım bunu, kötü bir şey olduğunda ya da olacağını hissettiğimde uyutuyorum kendimi ve öyle çok inanıyorum ki uyandığımda her şeyin düzelmiş olacağına her uyanışım koskoca bir düş kırıklığı oluyor böyle zamanlarda.

    Kapı sesiyle uyandım o sabah. Tek odalı bir evde, on adımlık mesafe hayatımın en uzun yolu olmuştu. Yüreğimdeki fil daha hızlı tepiniyordu her adımımda ve bütün gece içimde dolanan ağlama hissi daha gerçekti şimdi. Müge'ydi gelen. Öğretmenimizin kızı. Biz üç çocuktuk aslında. Ada, ben, Müge. Elinde koca bir buketle “Seni bekliyoruz.” dedi.

   Annemin bana söylediğini düşünmüş olacak ki o cümleyi kurmadı. Ben o cümleyi duymadım ama bildim hep. Sonrası tufan. Olmak istediğim tek yer vardı; Köprü. Kafamda tek soru Niye? Niye daha 10 yaşına bile gelmemiş biri gitmek zorundaydı ki yıllarca yaşamış onca yaşlı insan varken?

   Ada haklıydı her zamanki gibi. Hiç bir şey bilmiyordum ben. Bu sorunun cevabı yoktu işte bende. Ada beni o en zor soruyu sorup köprünün üzerinde bırakmıştı. Kendi de ortalarda yoktu ki biraz yardım etsin! Boğazım yırtılana dek “Ezik İda ! Ezik İda!” diye bağırıp durdum. Kütüphaneci abla köprünün demirlerinden beni sökmeyi başardığında bitmiştim. Sözlerim de, yaşlarım da bitmişti. Kütüphanenin merdivenlerinde kucağında uyuyup kalmışım. Annemler beni almaya geldiklerinde, çektiğim hiç bir acıyla yüzleşemeyen, bu yüzden de konu her ne olursa olsun asla o konudan konuşamayan annem, eve giderken benim için yaptığı kekten bahsediyordu. Ne kadar güzel olduğundan, içine farklı bir şey koyduğundan, benim ne olduğunu bilip bilemeyeceğimden falan. Babam da o günkü davayı nasıl kazandığından ve iyi insanların da bu hayatta kazanabildiğinden falan. Yani saçmalıyorlardı anlayacağınız. Ve sürekli gülümsüyorlardı. Anne baba olmak ne zor o zaman anlamıştım. İnsan kendi acısının çaresine bakıyor bir şekilde de en sevdiği varlığın acısında ne çaresiz. Akıllarını yitirdiklerini düşündüm. Ada olsaydı çok gülerdi bu hallerine. Ben de gülerdim onunla ama yoktu.

Nefes alamıyordum.
Uyusam ve hiç uyanmasam diye düşündüm.
Kafamın içindeki şu ses sussa bir de.
“Eziiiik İda! Eziiiiik İda! Eziiiiik İda!”
Bir de şu fil artık tepinmese keşke.
Uyudum.
Üç gün mü, beş gün mü hatırlamıyorum.
O fil tepinmeyi kesti.
Ama hala orda, oturdu kalkmıyor.

Adel Burada Yaşamıyor ya da Tam Annemin Hayalindeki Kızım,
meybaz,2015
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder